Türk Tarihi

TARİHİN AYNASINDA TÜRK DİLİ

0 2.090

İnsanoğlunun temel iletişim aracı olan dil, aynı zamanda insan topluluklarını millet yapan, onları sosyal, siyasi, ekonomik, kültürel vb. noktalarda buluşturarak toplum hâline getiren temel araçlardan biridir. Tarihte bütün insan topluluklarının kendilerine ait dilleri olmuştur. Bunların bir bölümü zaman içinde unutulup gitmesine rağmen bugün dünyada 3000’den fazla dil konuşulmakta, fakat bunların büyük bir bölümü yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunmaktadır. Bir kısım diller de uygarlık ve kültür dilleri olarak günümüze kadar gelmişlerdir. Çince, Arapça, Hintçe, Farsça, İngilizce, Almanca, İspanyolca, Rusça ve Türkçe bu dillerden birkaçıdır. Bu yazıda, Türk dilinin tarih sahnesinde var olmaya başladığı zamandan itibaren dönemleri genel çizgileriyle ele alınıp değerlendirilecektir.

TARİHİN KARANLIK ÇAĞLARI

Bir dilin tarihini incelerken karşılaşılan en büyük güçlük sözlü dönemdir. Elde yazılı belge ve metinlerin bulunmadığı dönemler birtakım varsayımlarla ilişkili olarak ele alınır. Bu yöntem, dil araştırmalarında belirli koşullar altında olumlu sonuçlar verse de daima varsayımsallık gölgesi altında kalmaktan kurtulamamaktadır.

Altay dönemi Türk dilinin karanlık ve varsayımsal dönemidir. Bu dönem, Türkçe, Moğolca, Mançu-Tunguzca, Japonca ve Korecenin binlerce yıl önce aynı atadile sahip oldukları dönemdir. Buna dünya dil tasniflerinde “Ural-Altay Dilleri Teorisi” adı verilir. Bu teori, esasen 18. yüzyılda İsveçli Subay Philipp Johann von Strahlenberg (1676-1747)’in meşhur Das nord und östliche Theil von Europa und Asia Stockholm 1730) [=Avrupa ve Asya’nın Kuzeyi ve Doğusu] adlı eserinde sözünü ettiği ortaklıklara dayanır. 19. yüzyıla gelince teoriye önemli eleştiriler yapılmış ve böylece bu grup “Ural Dilleri” ve “Altay Dilleri” olarak ikiye ayrılmış ve Türk, Moğol, Mançu-Tunguz dilleri Altay grubunu oluşturmuştur.

1940’lardan sonra yapılan araştırmalarda Kore dilinde de bir Altay dili tabakası olduğu tespit edilmiştir. 1970’li yıllarda da Japoncanın Aynu lehçesi bu aileye dahil edilmiştir. Altay dilleri teorisi ile ilgili günümüzde hâlâ çeşitli çalışmalar yapılmaktadır. Bu diller arasındaki akrabalıklarla ilgili çeşitli görüşler bulunmaktadır. Bunların başında, ortak kelimelerin Ana Altay çağından olmayıp söz konusu gruba giren dillerin gelişmelerini tamamladıktan sonra birbirlerinden yapılmış alıntılar olduğu yönündeki görüş gelmektedir. Bunun aksini savunanların iddiası ise, ortaklıklarda düzenli ses denklikleri bulunduğu yönündedir. Bunlara göre, Altay dillerindeki ortak kelimelerin az bulunuşunun sebebi, bu dillerin yüzyıllar boyunca sözlü kültürle gelişmeleri ile ilgilidir. Her ne olursa olsun, bugün Altay dilleri adı verilen ailenin üyeleri arasında ortak kelimeler, ses denklikleri ve ortak dilbilgisi kuralları bulunması sebebiyle bu teori, hâlâ güncel, canlı bir dilbilim alanı olarak bilim dünyasında varlığını devam ettirmektedir.

Altay dillerinin ortak özellikleri:

  • Zaman içinde kimi dillerde bozulmuş olmasına rağmen Altay dillerinde ses uyumu bulunmaktadır.
  • Altay dillerinin hepsi bitişkendir. Kelimeler, kök ya da gövdeye belirli ekler getirilerek yapılır.
  • Altay dillerinde yalnızca son ekler vardır. Kelime önüne ya da içine ek getirilemez.
  • Cümle unsurları, özne+tümleç+yüklem sırasıyla dizilir.
  • Tamlamalarda tamlayan tamlanandan önce gelir.

TÜRK BOYLARININ TARİH SAHNESİNE ÇIKIŞI: EN ESKİ TÜRKÇE ÇAĞI

Altay teorisine göre, Türk dili Ana Altay ata dilinden ayrıldıktan sonra bağımsız bir Türk-Çuvaş dil birliği dönemi yaşamıştır. Bu dönemin tarihlendirilmesi konusunda çeşitli zorluklar bulunmasına rağmen, ortalama M.Ö. 3000-4000 yılları olduğu tahmin edilmektedir. Yazılı kültür o çağlarda henüz oluşmadığı için, dil ilişkileri de ancak günümüzde yaşayan dillerdeki ortak sözlerden çıkarılabilmektedir. Modern dilbilim, kelimelerin tarih boyunca yaşadığı gelişmeleri dikkate alarak karşılaştırmalı dil çalışmaları ile ilgili çeşitli yöntemler geliştirmiştir. Nostratik ve Avrasyatikdil teorilerinde Türkçenin bu dönemleri ile ilgili bilgilere ulaşabilmek mümkün görünmektedir. Nostratik teori, Rus dilbilimci Slavist Vladislav İlliç-Svitıç tarafından ortaya atılmıştır. Svitıç, Hint-Avrupa, Ural, Altay, Hamî-Samî ve Kartvel dil ailelerini bu grupta toplamıştır. Daha sonra bu gruba Th. Burrow ve M. Emeneau tarafından Dravid dilleri de eklenmiştir. Avrasyatik teoriyi ise Greenberg ileri sürmüştür. Buna göre, Etrüsk, Hint-Avrupa, Ural-Yukagir, Altay, Kore-Japon-Aynu, Gilyak, Çukçi, Eskimo-Aleut dilleri aynı dil ailesine mensuptur ve bu dillerdeki 437 kelime ortaktır. Günümüzde dil bilimciler tarafından bu teorileri destekleyen etimoloji sözlükleri, gramerler ve monografik araştırmalar yayımlanmaktadır.

Nostratik ve Avrasyatik teoriler dışında Türk dilinin en eski çağları hakkında bilgi veren kaynaklardan biri de Sümer metinleridir. 20. yüzyılın başında keşfedilen ve çözülen Sümer çiviyazılı metinleri üzerinde yapılan çalışmalarda Türkçe ile ortak kelimeler tespit edilmiştir. Benno Landsberger (1890-1968) ve Osman Nedim Tuna (1923-2001) tarafından yapılan ses denkliklerine dayanan karşılaştırmalı sözlüksel çalışmada 160 civarında sözcüğün ortak olduğu ortaya konmuştur. Bu bulgulara göre, Türkçe ve Sümerce M.Ö. 3000’lerde birer canlı dildi ve bu dilleri konuşan halklar birbirleriyle ortak bir coğrafyayı paylaşmışlardı.

Türk yazılı ve görsel kültürünün izlerine son zamanda yapılan araştırmalarla ortaya çıkan petrogliflerde (kaya resimleri) de rastlamaktayız. Kazakistan ve Kırgızistan’daki kayalarda bulunan ve tarihlendirilmeleri M.Ö. 25 binlere giden petroglifler bu dönemdeki Asyalı göçebelerin kültür hayatı hakkında önemli ipuçları vermektedir. Geniş Asya bozkırlarında avcı göçebeler olarak yaşayan bu topluluklar aynı zamanda çeşitli inanç ritüellerine sahiplerdi. Onlar, gök tasavvurları, yaratılış, Tanrı, yaşam, av, ölüm gibi birtakım evrensel değerleri kayalara resmetmişlerdi.

Yazılı kültürün henüz gelişmediği çağlarda konuşulan dillerle ilgili bilimsel veriler elde etmek son derece güçtür. Söze dayalı olan dilin zamanda kalıcı olabilmesi için mutlaka yazılması gerekir. Yazılı kültürün geç geliştiği Türk topluluklarının yazı öncesi dönemlerdeki dil kullanımları ile ilgili bilgilere ancak yazılı kültürü gelişmiş komşu topluluklara ait belgelerde rastlanmaktadır. Bu yüzden, Türk dilinin en eski çağları ile ilgili bilgileri Sümer, Çin, Bizans ve Soğd kaynaklarında aramak gerekir.

BELLEKTEN BİTİGE GEÇİŞ: ESKİ TÜRKÇE ÇAĞI

Türk dilinin ilk yazılı belgelerin bulunduğu döneme Türkoloji literatüründe “Eski Türkçe Çağı” adı verilir. Bu dönem, II. Göktürk İmparatorluğu (682-744) döneminde ilk Türkçe metinlerinin oluşturduğu dönemden başlayarak Karahanlılara kadar devam eder. Eski Türkçe çağı, dilimizin ilk yazılı metinleri olan Kül Tigin (732), Bilge Kağan (735) ve Tunyukuk yazıtları ile başlatılır. Bu yazıtların dikildiği zaman Orhun-Yenisey vadisinde bunlardan başka daha yüzlerce irili ufaklı yazıt bulunmaktadır. Bunlardan, Türkler arasında yazı kültürünün 8. yüzyılda yayılmaya başladığı anlaşılmaktadır.

Moğolistan’da başlayan bu yazılı kültür sürecinin değişik parametreleri bulunmaktadır. Bunların başında yazı ve yazı teknolojinin oluşturulması gelmektedir. Eski Türk yazıtları, taşa oyularak sağdan sola istiflenen bir “taş alfabesi”yle yazılmıştır. Bu dönem metinlerinde 60 civarında değişik “runik” işaret kullanılmıştır. Bu işaretlerin benzerleri hemen hemen bütün kuzey Avrasya’da görülmektedir. Bu alfabede yer alan yazı karakterleri, İsveç, Norveç ve Finlandiya’da görülen runik işaretlerle benzerlik gösterdiğinden bu alfabe batı bilim dünyasında “Runic Inscription” olarak adlandırılmaktadır. Alfabenin kökeni ile ilgili çeşitli görüşler bulunmaktadır. Bunların içinde Türk tarafından “millileştirilmiş” Arami asıllı olma ihtimali olan görüş daha ön plana çıkmıştır. Zira Türk dilinde anlam ayırt edici kapalı e (e), damak n’si (q) gibi “millî” sesler için müstakil işaretlerin bulunması bunun en büyük delili sayılmalıdır. Ayrıca ünsüz bakımdan Türk dilinin fonetik sistemine uygun olarak ön ve art sıradan ünsüzlerin bulunması alfabe üzerinde Türklerin “çalıştıklarını” göstermektedir. Anlaşılan odur ki bu alfabe Türk orijinli olmasa da Türkler tarafından zenginleştirildikten sonra Türk göçleri ile Kuzey Avrupa, Kafkasya ve Balkanlar başta olmak üzere bütün Avrasya’ya yayılmıştır.

Bu dönemde taşlara oyularak yazılan bu yazıtlarda Türk dilinin o dönemdeki yapısı ile ilgili önemli ipuçlarını görmekteyiz. Buna göre, bu yazıtlarda kullanılan dil, ileri öğeler adı verilen kavramlara sahiptir. Yani bu dilde soyut adlar, atasözleri, deyimler, zıt anlamlılar, eş anlamlılar, özgün sayı sistemi, oturmuş gramer kalıpları vardır. Bunun başlıca dil göstergelerinin başında üslup mükemmelliği gelir. Yazıtlarda, olaylar sade, açık, samimi ve abartısız bir dille anlatılmakta; bütün duygu, düşünce ve kavramlar ifade edilebilmektedir. Bu “ifade edilebilirlik”, dilin çok eski zamanlardan beri kullanılarak işlendiğinin delili olarak anlaşılmalıdır. Çünkü dil, zaman içinde işlendikçe gelişen, geliştikçe kavram alanları genişleyen bir yapıya sahiptir. Yazıtlarda, bu üslup zenginliği yanında yer yer sözlü kültür döneminin izlerini yansıtan secili (düz yazı kafiyesi) anlatımlara başvurulur.

Göçebe bir hayat tarzına sahip olan Köktürklerin dilinde de doğa ve hayvanlar dünyasına ait gözlemlere keskin benzetme ve iğretilemelere rastlanır. Bu da anlatımı güçlendiren bir başka özellik olarak karşımıza çıkar.

Köktürk yazıtları, dilin anlatım gücünü ve ifade zenginliğini gösteren atasözleri, deyimler ve kalıplaşmış yapıların sıklıkla kullanılmasıyla da dikkati çekmektedir. türük bodun tok arkuk sen açsık tosık ömez sen bir todsar açsık ömez sen (Költigin Yazıtı, Güney yüzü, 8. satır) “(Ey) Türk halkı, (sen) tok (gözlü ve) aksisin: Açlığı tokluğu düşünmezsin; bir (de) doyarsan açlığı (hiç) düşünmezsin”. Türk milletinin tok gözlüğüne, açlığı ve tokluğu fazla önemsemeyen bir karaktere sahip olduğuna dair bir gözlemin dile getirildiği bu ifadenin açıkça atasözü olduğu anlaşılmaktadır.

Yazıtların dil bakımından önemli bir özelliği de soyut sözcüklerin fazlalığıdır. Dil, önce somut olan nesne ve fiilleri adlandırır, sonra geliştikçe soyut kavram alanı oluşturmaya başlar. Bu bakımdan soyut söz varlığı, dillerin gelişmişlik ölçütlerinden biri olarak kullanılır. Köktürk yazıtlarında çok sayıda soyut durum ve kavramı karşılayan sözcük yer almaktadır. Doğan Aksan’ın, “ileri ögeler” olarak saydığı bu sözlerden birkaçı şunlardır: anyıg “kötü”, armakçı “hilekar, aldatıcı”, başlıg “gururlu”, bun “dert, sıkıntı”, könül “gönül”, kut “talih, baht açıklığı”, öd “zaman”, ötüg “rica”, törü “töre, yasa”, tüz “doğru, uyumlu”, yablak “kötü, fena”, yazuk “hata, günah” …

Bunlar, ancak dilin yüzyıllarca kullanımıyla oluşan yapılardır.

Orhun vadisinde yazılan bu metinlerin dili, bu coğrafyanın sakinleri ve sahipleri olan Hun, Göktürk ve Avarların yaşam tarzını göstermektedir. Bu dil, yalın, heybetli, fiil ağırlıklı, kısa ve yalın cümleli işlenmiş, kristalize olmuş bir bozkır üslubudur. Aynı zamanda birer tarih metni olan Orhun yazıtları, bu yönüyle yalnızca Türk dilinin değil, aynı zamanda insanlık tarihinin en önemli kültür miraslarından biridir.

BOZKIRDAN VADİYE İNİŞ: UYGUR RÖNASANSI

Eski Türkçenin ikinci evresini Uygur dönemi metinlerinin dili oluşturur. 744’de Basmıllarla ittifak yaparak Göktürklerin Açina hanedanını yıkıp Türk devletinin başına geçen Uygur Yaglakar hanedanı, ilk yıllarında Göktürklerin taşa yazma geleneğini devam ettirmiştir. Onlar da tıpkı selefleri gibi taşlara anıt metinler yazmışlardır. Ötüken Uygur devletinin meşhur kağanı Moyun Çor adına dikilen Taryat, Tes ve Şine Usu yazıtları bunlardan ilk akla gelenlerdir.

762’de Çin’de meydana gelen bir kargaşayı bastırmak üzere Çin’e sefer yapan Bögü Kağan, Mani rahipleri tarafından ikna edilerek Maniheizm’i kabul etmiştir. Türklerin Maniheizm’e davet edilmesi yeni değildi. Daha önce Bilge Kağan’ın bu dine davet edildiği ve Tunyukuk tarafından bu talebin kabul ettirilmediğine dair bilgiler vardır. Türk tarihinde bir dönem noktası olan Manihaizm’in kabulü aynı zamanda Türk dilinde de büyük değişim ve dönüşümlerin başlangıcı olmuştur. Uygarlık değiştirmenin temel gereçlerinden olan alfabe değişikliği bu dönemin en önemli olaylarından biridir. Bozkırda taşa küçük metinler yazılan Köktürkçe dönemi sona ermiş, artık kâğıda işlek bir el yazısı ile metinlerin yazıldığı Uygur çağı başlamıştır. Bu yönüyle birine taş uygarlığı diğerine de kağıt uygarlığı demek pek aykırı bir tabir olmasa gerekir. Uygurlar, Soğdlardan aldıkları sağdan sola ve bitiştirilerek yazılan bu kâğıt alfabesini hızla benimsemişlerdir. Kitleler hâlinde Turfan Tarım havzasına göç eden Uygurlar, burada yavaş yavaş yerleşik hayata geçip tarım ve ticaretle uğraşırken bir taraftan da yeni kabul ettikleri dinin gereğini yerine getirmek için Toharca, Çince, Sangritçe ve Soğdçadan Maniheist – Budist literatürü bu yeni alfabe ile tercüme etmeye başlamışlardır. Yoğun tercüme faaliyeti Türk diline Çin, Hint ve İran dilleri ile aynı coğrafyada bir medeniyet dili olma imkân ve fırsatını sağlamıştır. Bu tercümelerle Türk dili kavram alanını genişletmiş, Budizm’de kullanılan geniş kavram dünyası Türk diliyle ifade edilir olmuştur. Bu yönüyle Uygur dönemi Türkler için ilk büyük aydınlanma dönemi sayılmalıdır. Zira Türkler, bir yandan yerleşik hayata geçerken, diğer taraftan büyük Asya uygarlıklarını Türk diline tercüme etmişlerdir. Bundan sonra benimseyecekleri İslamiyet’i de kendi dilleri ile idrak edeceklerdir. Uygur tecrübesinin yaşanması, Türklerin, Fars ve Arap uygarlığına kendi milli dil ve kimlikleri ile adapte olmalarını kolaylaştırmış, bu dönemde oluşturulan yazılı kültür geleneği sonraki dönemlerin şekillenmesinde temel belirleyici olmuştur.

İlk Türk Rönesans’ı sayılabilecek Uygur çağında Türk dili her bakımdan gelişmiştir. Köktürkler döneminde sınırlı sayıda söz ve kavram alanına sahipken, bu dönemde yapılan çeviriler sayesinde gerek gramer yapısında gerekse söz varlığı sahasında önemli gelişme ve değişmeler olmuştur. Bu arada analitik dillerin cümle yapıları Türkçeyi etkilemiş; birleşik, bağlı cümle yapısına ilk olarak bu dönem metinlerinde rastlanmıştır. Ayrıca bu dillerden çok sayıda dinî kavram ve kelime dile girmiş, bunların önemli bir bölümü Türkçe köklerle yeni kelimeler yapılarak karşılanmıştır.

Uygur çağının bir başka özelliği Türklerde yazı kültürünün başlangıcını teşkil etmesidir. Sağdan sola ve işlek bir el yazısıyla yazılan bu alfabe yüzyıllar boyunca Türkçe metinlerin yazımında kullanılmıştır. Uygur alfabesi, 10. yüzyılın ortalarında Müslümanlığın kabul edilmesinden sonra da kullanılmış, Kutadgu Bilig, Atebetü’l-Hakayık gibi önemli eserler bu alfabe ile yazılmıştır. Hatta 15. yüzyılda Fatih’in sarayında bu alfabeyi bilen bakşı unvanlı uzman kişilerin bulunduğu bilinmektedir.

Maniheist-Budist metinleri Türk diline çeviren Uygur yazıcıları, kaynak dillerdeki birtakım kelimeler yerine Türkçe köklerden yeni terimler türeterek Türk din dilinin yolunu açmışlardır. Uygur metinlerinde rastlanan, nom bitig “kanun kitabı”, emgek “ıstırap”, kirtünç “iman”, kılınç yolları “ahlak hükümleri”, sakınç “düşünceye dalma, istiğrak”, bilge bilig “hikmet”, ürlüksüz “fani”, kirtü öz “hakiki esas”, bilig köngül “şuur”… gibi sözler yeni dönemde Sanskritçe eserlerdeki Budizm terimlerinin Türkçeleştirilmesiyle ortaya çıkmıştır. Kutadgu Bilig’den tespit edilen şu sözlerin hemen hemen tamamı Uygur dönemi metinlerinden kopyalanmıştır: bayat “Tanrı”, büt- “inanmak”, erdem “fazilet”, ıduk “kutsal”, idi “rab, sahip”, inç “huzur”, isizlik “şer”, kut “mutluluk”, ötün- “(Allah’a) yalvarmak”, sakınuk “takva sahibi”, savçı “peygamber”, sayurka- “bağışlamak”, serim “sabır”, tapug “ibadet”, tıdguçı “yasaklayan”, tın “ruh”, yek “şeytan”, yil “cin”.

Eski Türkçenin üçüncü evresi olarak Karahanlı dönemi sayılmaktadır. Karahanlı hükümdarı Satuk Buğra Han döneminde (932) İslamiyeti kabul eden Türkler, yeni bir medeniyete yelken açmışlardır. Karahanlılar ile Uygurlar aynı coğrafyada eşzamanlı olarak yaşamışlardır. Bu yüzden Uygurca ile Karahanlıca arasında alfabe ve dinî kavram alanına ait söz varlıkları dışında fark yok gibidir. Bu yüzden, Karahanlı Türkçesini eski Türkçenin üçüncü evresi olarak görmek gerekir.

Karahanlı çağı Türk dili tarihinde önemli bir yer tutar. Bu dönemde yazılan Kutadgu Bilig, Divanû Lügati ’t-Türk, Atebetü ’l-Hakayık gibi eserler yalnızca İslâmi Orta Asya Türkçesinin ilk eserleri olarak kalmamışlar, 12. yüzyıldan sonra gelişecek olan yeni Türk yazı dillerine de kaynaklık edeceklerdir. Bu çok önemli bir noktadır. Zira Karahanlılardan sonra Batı Türkistan’da hâkim olan Gazneliler, Selçuklular döneminde gelişen ve ilk ortak Türkçe sayılabilecek Harezm Türkçesinin temeli bu dönemde atılmıştır. Karahanlılar, böylece bir yandan Uygur alfabesinin yazım (imlâ) özelliklerini Arap alfabesine aktarırken bir yandan da Uygur döneminde geliştirilen Türkçe söz varlığını koruyup işlemişlerdir.

Bu dönemde yazılan üç büyük anıt eser bütün Türk edebiyatının ilk özgün ve kapsamlı metinleri sayılmaktadır. 1069 tarihinde bir Karahanlı şehzâdesi Yusuf Has Hacip tarafından kaleme alınan ve devri için oldukça hacimli (6645 beyit) olan Kutadgu Bilig, yalnızca bir siyasetnâme değil aynı zamanda 11. yüzyıldaki Türk kültür ve ananelerini yansıtan önemli bir eserdir. Kutadgu Bilig, bu yönüyle Türkçenin yazılı ilk telif eseri sayılabilir. Eser, tertibinde uygulanan alegorik yöntem sayesinde geniş kitleler tarafından zevkle okunmuştur. Reşit Rahmeti Arat, Kutadgu Bilig’in elde bulunan üç nüshasını karşılaştırılarak tam metnini ortaya koymuştur.

Karahanlı çağının diğer önemli eseri de Araplara Türkçe öğretmek amacıyla Kaşgarlı Mahmud tarafından Bağdat’ta kaleme alınan ve Halife Muktedi Biemrullah’a sunulan Divânû Lügâti ’t-Türk adlı sözlüktür. Eser Arapça olarak ve Arap sözlükçülük geleneği çerçevesinde düzenlenmiştir. Kaşgarlı Mahmud bu esere ait dil malzemesini bütün Türk obalarına uğrayarak derlediğini ifade etmektedir. Bu yönüyle eser, Türk diliyle ilgili ilk derleme ve ilk sözlük çalışması, Kaşgarlı Mahmud da ilk Türkolog sayılır. Kaşgarlı Mahmud, eserini modern dilbilimin günümüzde ulaştığı sözlükçülük yöntemlerine uygun olarak hazırlamıştır, dersek fazla abartmış olmayız. Zira sözlükte dönemi Türkçesine ait bütün sözler (argo, küfür sözleri, ünlem ve edatlar da dahil olmak üzere) yer almakta; her sözcüğün açıklamasından sonra onunla ilgili atasözü, deyim, sagu, koşuk gibi “tanık”lar sunulmaktadır. Böylece eser, klasikleşmiş bir sözlük olmasının yanında, dönemin Türk diliyle oluşturulmuş bütün edebî ve estetik eserlerine yer vererek bir edebiyat antolojisi hüviyetini kazanmıştır. Yazarının milliyet bilinci de ele alınması gereken bir diğer husustur. Kaşgarlı Mahmud, “Türk” maddesini açıklarken Türklerle ilgili duymuş olduğu hadislere yer vermiştir. Ayrıca, Türkçenin diğer dillerden farklı söz ve kavram alanlarını açıklarken Türk dilinin zengin, yetkin ve Arapça ile “at başı beraber” sayılabilecek bir dil olduğunu ifade etmektedir. Eser, 11. yüzyılda İslâm dünyasına hâkim olmaya başlayan Türklerin, aynı zamanda bu dünyada kültürel varoluş iddialarının da somut bir göstergesi sayılmalıdır.

Dönemin önemli bir diğer eseri de bir ahlak ve hikmet kitabı olarak Yüknekli Edib Ahmed’in kaleme aldığı Atebetü ’l-Hakayık’tır. Eserde sade ve akıcı bir Karahanlı Türkçesi ile yeni Müslüman olmuş topluma İslami çerçevede öğütler verilmektedir. Çok sayıda nüshası olan eserin yazıldığı yer ve tarih konusunda tam bilgi sahibi değiliz, fakat dil, alfabe ve nüsha özelliklerinden Karahanlı çağı eseri olarak kabul etmekteyiz.

İLK ORTAK TÜRKÇE: HAREZM TÜRKÇESİ

11. yüzyılda Batı Türkistan’a, Maveraünnehr’e doğru göç eden Türkler burada Asya’nın en verimli topraklarına ve Ortaçağın önemli ticaret yollarına ulaştılar. Burası aynı zamanda dünyanın en eski medeniyetlerine ev sahipliği yapmış topraklardı. Böylece tarım, ticaret ve medeniyet coğrafyasına ayak basan Türkler bir yandan burada kendi kültürel geleceklerini şekillendirip şehirler kurup, tarımla uğraşırken diğer taraftan eski uygarlıkların mirasını da özümseme yoluna gittiler. Türkler, iki asır boyunca Harezm’de İranlılarla ortak bir kaderi yaşadılar. Batıdan gelen Arap-İslam etkisi karşısında ortak bir tavır alarak İslamiyeti eklektik yöntemlerle benimsediler. Müslümanlığı kabul ederken, İranlılar eski inançları olan Mecusilikten, Türkler ise Budizm-Şamanizm deneyimlerinden esaslı biçimde yararlandılar.

İşte her bakımdan zengin bir coğrafya olan Maveraünnehr’de bir araya gelen Türk toplulukları, Karahanlı dönemindeki dil tecrübesinden beslenerek yeni yeni eserler meydana getirdiler. Burada kaleme alınan Kısasu’l-Enbiyâ (1310), Mu’inü’l-Mürid (1313), Muhabbetnâme (1353), Nehcü’l- Ferâdis (1358), Mukaddimetü’l-Edeb ( 14. yy), Mir’acnâme Harezm Türkçesinin başlıca eserleridir. Bu eserlerde, İslamiyetikabul eden Türklere yeni dinleri hakkında basit ilmihal bilgiler verilmesi yanında, şarkın ortak hikayelerini halka anlatarak onlarla bu edebî zevki paylaşmak amacı güdülmüştür. Bu eserlerin başında hacmi ve içindeki zengin dil malzemesi bakımından Nehcü’l- Feradis’i anmak gerekir. İslamiyet’in ilmihal bilgilerini basit ve yalın bir dille halka anlatma yoluna giden Kerderli Ali’nin bu eserinde Oğuz, Kıpçak ve Karluk Türkçelerinden izler ve etkiler görürüz. Eser, bu yönüyle Harezm’deki ortak Türkçenin simgesi olmuş gibidir. Dönemin başka bir önemli eseri de Mukaddimetü’l-Edeb dir. Satıraltı Arapça-Türkçe bir sözlük olan eser, muhtemelen medreselerde dil öğretiminde kullanılmak amacıyla yazılmıştır. İçinde yer alan çok sayıda orijinal Türkçe kelime ile Divânû Lügâti ’t-Türk’ten sonra yazılmış ikinci ve önemli bir Türkçe sözlük sayılmaktadır. Dönemin önemli eserlerinden bir diğeri de Âli’nin Kıssa-i Yusufudur. Mensur bir metin olan eser, aynı zamanda Türk diliyle yazılmış ilk Yusuf kıssasıdır. Dil ve üslup özellikleriyle Nehcü’l-Ferâdis’e benzemektedir. Bu eser de halka yönelik yazılmıştır.

13. yüzyılda Harezm bölgesini işgal eden Moğollar, burada meskun Türklerin batıya ve kuzeye göçmelerine neden oldular. Burada oluşturdukları Türkçeye dayalı yazılı kültürü, Kıpçaklar Karadeniz’in kuzeyine daha sonra da Mısır ve Suriye’ye; Oğuzlar, Anadolu ve Balkanlara, Karluklar da bugünkü Özbekistan bölgesine taşıyacaklardır. Böylece burada mayalanan dil, değişik coğrafyalara taşınacak ve her biri belli bir lehçeleşme evresinden sonra yazı diline dönüşecektir. Harezm Türkçesi bu yönüyle Batı Türkistan merkezli Müslüman Türklerin son ortak dili olmuştur. Bu bakımdan Harezm Türkçesi, Türkçenin bütün ses ve yapı özelliklerinin bir arada görüldüğü, Karahanlı Türkçesinden sonraki gelişmelerin tespit edilebildiği önemli bir lehçedir. Türkçenin fonetik, morfolojik ve leksik özellikleriyle ile ilgili yapılacak bütün artzamanlı çalışmalarda en çok veri bu dönem eserlerinde bulunmaktadır. Zira bu eserler bir anlamda bütün Türklerin ağız özelliklerini barındırmaktadırlar. Bu yönüyle tarihimizin ilk ortak Türkçesinin Harezm Türkçesi olduğu söylenebilir.

13. YÜZYIL: LEHÇELEŞME ÇAĞI

Moğolların 1218’deki Otrar baskını Harezm’de yaşayan Türklerin tarihinde de önemli bir dönüm noktası olmuştur. Bu baskın sonucunda bütün Batı Türkistan’ı işgal eden Moğollar, yerleşik Türk unsurlarının dağılmalarına, değişik bölgelere göç etmelerine sebep olmuşlardır. Kıpçaklar, Astrahan- Hazar’ın kuzeyinden Arap coğrafyacıların Kıpçak bozkırları (deşt-i Kıpçak) adını verdikleri Karadeniz’in kuzeyindeki yaylaklara, Oğuzlar daha evvel akrabalarının gittikleri İran, Irak, Suriye ve nihayet Anadolu’ya göçmüşlerdir. Bu arada Karluklar bugünkü Fergana vadisi civarında kalmışlardır. Tabii bu göçler merhaleler hâlinde gerçekleşmiştir. Böylece bu yüzyıldan sonra Türk dili üç büyük lehçeye ayrılacaktır: Batıda Anadolu merkez olmak üzere gelişen Oğuz Türkçesi, Kuzeyde Altınordu ve yöresinde gelişerek daha sonra da lejyoner ve köle olarak Mısır’a götürülen Kıpçakların orada kurduğu Memluklular devletinde Kıpçak Türkçesi, doğuda ise Temürlüler döneminde gelişen Çağatay Türkçesi. Bu üç boya ait konuşma dilleri 13-16. yüzyıllarda yazı dili olma yolunda evrilmiştir.

Lehçelerin yazı dili olmalarında siyasi erkin çok önemli rolü vardır. Batı Türkçesinin gelişmesi ve yazı dili hâline gelmesi Osmanlı imparatorluğunun siyasi ve ekonomik istikan ve gücü sayesinde olmuştur. Memluk Türkçesi, Türklerin Mısır’daki siyasi rollerinden dolayı gelişmiştir. Keza Çağatay Türkçesi de Temürlülerin ekonomik ve siyasi güçleri nispetinde olgunlaşmıştır. Bu bakımdan yazı dili olma olgusunu sosyal, siyasal ve ekonomik gelişmelerin dışında tutamayız ve bunun değerlendirilmesinde söz konusu paradigmaların sürekli göz önünde bulundurulması olayın doğru algılanmasını sağlayacaktır.

TARİHÎ KIPÇAK TÜRKÇESİ: KIPÇAK BOZKIRINDAN NİL HAVZASINA

Karadeniz’in kuzeyi Türklerin tarihî göç yollarından biri olmuştur. Buralarda, M.S. 4. yüzyıldan itibaren Hunların varlığından haberdarız. 5. yüzyılın ortalarında Avrupa Hun devleti çöküşünü müteakiben çeşitli Türk boyları Karadeniz’in kuzeyini âdeta bir hilâl şeklinde kuşatmışlardır. 635’te Tuna Bulgar devleti bugünkü Bulgaristan’ın kuzeyinde kurulmuştur. Yine aynı boya mensup topluluklar İdil ile Kama nehrinin birleştiği yerde başkentleri Bulgar şehri olan İdil (Volga) Bulgar hanlığını kurmuşlardır. Bu hanlığı 1239’da yıkan Moğollar yerine Altınordu devletini kurmuşlar, bu devlet de kısa bir süre sonra Türkleşmiştir. 1552’de Kazan’ın Rusların eline geçmesiyle Altınordu yıkılmış, yerine Kırım, Astrahan gibi küçük hanlıklar kurulmuş, bunlar da bir süre sonra siyasi hakimiyetlerini kaybetmişlerdir.

Mısırdaki Eyyûbîler devletinde (1171-1250) paralı asker ve köle olarak Karadeniz’in kuzeyinden, Kafkaslardan Kıpçak Türkleri getirilmiş ve Bahrîler birliği olarak istihdam edilmişlerdir. Bir süre sonra sarayın kontrolünü ele geçiren bu askerler, Kölemenler yahut Memluklular adıyla bir devlet kurmuşlardır. 1517’de Osmanlıların bu siyasi birliğe son vermelerine kadar bu coğrafyada hakim olmuşlardır.

Kıpçakların tarihî göç serüvenini böylece özetledikten sonra dil konusuna geçebiliriz. Tarihî Kıpçak Türkçesi esas itibarıyla Harezm’deki Türkçenin gelişmiş bir devamıdır. Altınordu Kıpçakçasına ait olan birkaç eser, yazıldıkları coğrafya ve lehçe etkisi sebebiyle Harezm Türkçesine çok benzemektedir. Bu eserler Codex Cumanicus (1303), Kazan hanlığına ait bazı bitig ve yarlıklardır. Codex Cumanicus, Alman ve İtalyan din adamları tarafından Türkleri ve onların dillerini tanıtmak amacıyla yazılmış genel bilgiler veren bir kitaptır. Bu kitapta Türkçe fiiller, isimler, başlıca temel kelimeler ve bilmeceler yer alır. Eser, orta dönemde yazılmış gotik harfli ilk Türkçe metin olması itibarıyla önemlidir.

Mısır ve Suriye’de Kıpçak Türkçesiyle yazılmış eserlerin başında çoğu Arap dil bilginleri tarafından yazılan gramer ve sözlükleri saymak gerekir. Başta, Kitabü ’l-idrak li-Lisani ’l-Etrak, Kitabu Bulgâtü’l-Müştâkfi Lügati’t-Türk ve’l-Kıfçak, El-Kavaniü’l-Külliye Li-Zabtı’l-Lügati’t-Türkiyye ve Et- Tuhfetü’z-Zekiyyefi ’l-Lügati ’t-Türkiyye olmak üzere klasik Arap gramerciliği esas alınarak yazılan bu eserler, Mısır’da siyasi nüfuzu gittikçe artan Türklerin dillerini öğrenmek/öğretmek kaygısıyla kaleme alınmıştır.Bu eserlerde genellikle söz varlıkları listelenmiş, küçük gramer özetlerine yer verilmiştir. Söz konusu eserler, tarihî Kıpçakçanın söz varlığını göstermesi bakımından önemlidir. Daha önce Divanû Lügâti ’t-Türk, Mukaddimetü ’l-Edeb gibi eserlerde Türk dilinin söz varlığı incelenmişti. Mısır’daki bu eserler, bir sözlükçülük geleneği yahut “modası” çerçevesinde kaleme alınmış olmaları bakımından önemlidir. Bu tür bilimsel eserler dışında Saraylı Seyf tarafından İranlı Sâdî’nin meşhur Gülistan adlı ahlâk ve hikmet kitabı, tasavvufi bir eser olan İrşâdü’l-Mülûk ve’s-Selâtin, askerlik ve savaş bilgisi ile ilgili Baytaru’l-Vazıh, Münyetü’l-Güzât gibi eserler de Mısır’da yazılmış önemli Kıpçak dil yadigarlarıdır.

Kıpçak Türkçesi ile önemli eserler yazılmış olmasına rağmen bu dil, bir devlet dili olamamıştır. Zira Altınordu devletinde resmî yazışmalarda kullanılan yarlık ve bitigler dışında devletin eğitim, sağlık, ekonomi alanında kurumlaşmış bir bürokrasi dilinden söz edilemez. Mısır’daki Memluk devletinde ise yazışmalar genellikle Arapça olmuştur. Böylece, Kıpçak Türkçesi, birtakım edebi, estetik, dinî, bilimsel alanlarda tarihî dil hâtıraları bırakmış bir dildir, denebilir.

BATIYA GÖÇÜN UZUN HİKAYESİ: OĞUZ TÜRKÇESİ

Oğuz Türkleri 10. yüzyılın ortalarında Müslüman olmalarını müteakip Irak, Suriye ve Azerbaycan topraklarına kadar gitmişlerdir. 1071’deki Malazgirt zaferinin sonunda özellikle Anadolu’nun doğu ve orta bölgelerinde Bizans’a karşı siyasi ve askerî baskı oluşturulmuş, batı bölgelerine doğru da zaman zaman akınlar yapılmış, Bizans’ın sınırları zorlanmaya başlanmıştır. Zafer sonrasında ilk beylikler (tevâif-i mülûk) (Danişmendliler, Saltuklular, Artuklular) kurulmuştur. Anadolu’da ağır vergi yükünden ve sürekli devam eden savaşlardan dolayı yerli halkın merkezî devletle ilişkileri sarsılmış, dolayısıyla Bizans’ın Anadolu’nun birçok bölgesinde siyasi etkisi azalmıştı. Bu yüzden Bizans halkı, hoşgörüye dayalı İslam anlayışına sahip Türkleri kurtarıcı olarak görmüştür. Türkler, Anadolu’ya yavaş yavaş yerleşmelerine rağmen dil ve edebiyatın oluşması için yeterli dil nüfusu, bir diğer ifadeyle dil konuşurunun olduğu söylenemezdi. Bu dönemde, belli bölgelerdeki Türk askerî garnizonları etrafında kümelenmiş kolonici Türkmen dervişlerine ait tekke mensupları dışında sivil bir Türk nüfusundan pek söz etmek mümkün değildi.

Bu yüzyılın Anadolusunda, Haçlı seferleri, Moğol baskısı, Selçuklu devleti ile beylikler arasında siyasi çekişmelerden dolayı entelektüel ortamın oluşması mümkün görünmüyordu.

Anadolu’da bu kargaşa sürerken 1220’lerde Moğolların Harezm bölgesini ele geçirmeleriyle Sırı Derya boylarında yaşayan Oğuzlar kitleler hâlinde İran, Irak, Suriye, Azerbaycan ve Anadolu’ya göçmeye başladılar. Bu, Oğuzların ilk büyük sivil göçüydü. Bu göç, askerî veya siyasi bir amaçla değil, ekonomik bir kaygı sonucu gerçekleşiyordu. Dönemin tarihçilerinin verdikleri bilgilere güvenmek gerekirse Anadolu kısa sürede Oğuz boylarıyla dolup taşmıştı. Tarihçi P. Wittek, Bizans kroniklerindeki bilgilere dayanarak Anadolu’nun kimi yerlerinde 200 bin Türkmen çadırının tüttüğünden söz etmektedir. Bu büyük Oğuz göçü merhale merhale gerçekleşmiştir. Bu süre en az 60 yıl olmalıdır. Zira Batı Anadolu’da ilk beylikler 1280’lerde kurulmuştur. Önce Irak, Suriye daha sonra da Gaziantep, Kilis üzerinde Toroslara göçülmüş, oradan Konya ovasından geçilerek Batı Toroslara, kuzey-batı Anadolu’ya gidilmiştir. İşte bu göçler sonucunda Türkmenler 13. yüzyılın sonlarına doğru Batı Anadolu’daki Türk beyliklerini kurmuşlardır.

Belli bir coğrafyada bir dilin gelişip yaygınlaşması için öncelikle konuşur sayısının kendisini yenileyecek yeterlilikte olması gerekir. 13. yüzyıldaki yoğun göçlerle Türkleşen Anadolu’da Türkçenin yaygınlaşıp yazı dili olmasında beş temel etken söz konusu olmuştur:

a) Siyasi destek: Anadolu’da Türkçenin yaygınlaşmasında beylerin dil etnik/siyasi destekleri önemli bir rol oynamıştır. Bu destekler, kimi zaman doğrudan devlet erki kullanılarak, kimi zaman da dolaylı ve kültürel olarak sağlanmıştır. Karamanoğlu Mehmet Bey’in 13 Mayıs 1277’de Konya’da yayımladığı meşhur ferman bu konuda önemli örnektir. Söz konusu tarihte Konya’ya giren Karamanoğlu Mehmet, tahta oturttuğu Giyaseddin Siyavüş’ü hükümdar ilan ettikten sonra Farsça olan resmî yazışmayı kaldırarak yerine Türkçeyi koydurmuştur. Bu uygulamanın ne kadar devam ettiği, ne kadar etkili olduğu bilinmiyor, fakat söz konusu ferman, beylerin Türk diline verdikleri siyasi desteğin simgesi olmuştur.

b) Türkçe yazan şair ve yazarların desteklenmesi: Bir ağızın yazı dili hâline gelmesi için yazılı metinlerin oluşturulması önemli bir aşamadır. Eski Anadolu Türkçesinin yazı dili olma sürecinde bu ağızla oluşturulan metinlerin önemli bir yeri vardır. Özellikle Batı Anadolu’daki Türkmen beylerinin Türkçeye sahip çıktığına dair önemli bilgilerimiz mevcut. Bunlardan Osmanoğulları, Germinyanoğulları, Candaroğulları, Menteşeoğulları beylerinin saraylarında Türkçe yazan birçok şair ve yazarı himaye ettiklerini biliyoruz. Germiyanlı sarayından destek gören Şeyhoğlu Mustafa Marzubânnâme, Kâbusnâme, Kenzü’l-Küberâ ve Mehakkül-Ulemâ, Şeyhî Sinan Harnâme, Hüsrev ü Şirin, Ahmedî İskendernâme ve Cemşid ü Hurşid, Tarvih el-Ervâh mesnevileri ile Divân’ı, Mirkât el-edeb adlı eserleri kaleme almışlar, böyleceAnadolu’da Oğuzcaya dayalı yeni bir Türk edebî dilinin doğmasına önayak olmuşlardır.

Bu dönemde hazırlanan ilk Kur’an tercümeleri, Kelile ve Dimne, Kabusnâme gibi metinlerin çevirileri bizzat beylerin yazarları teşvik etmeleri sonucu yapılmıştır. Böylece Türkçe yazmak devlet katında itibarlı hâle gelmiştir.

c) Tasavvuf hareketleri: Türk dilinin Anadolu’da yaygınlaşmasında, devlet ve halk katında itibar görmesinde tasavvuf hareketleri çok etkili olmuştur. Bilindiği üzere 13. yüzyılda, Haçlı saldırıları ve Moğol baskısı tasavvuf hareketlerinin yaygınlaşmasını sağlamıştır. Türkistan’da başta Yesevilik olmak üzere çeşitli Türk-İslam tasavvuf hareketine mensup Hacı Bektaşî Veli, Hacı Bayramı Veli, Tapduk Emre gibi alp-erenlerin Anadolu’ya gelmeleriyle buralarda da yaygınlaşan tasavvuf hareketi kısa sürede etkili olmuştur. Bu hareketlerin temel karakteri halka yönelik “halk dini” (“Volkislam”) olup halkı doğru yola çağıran, onlara İslam’ın ahlak ve felsefesini benimsetmeye çalışan ahlak öğretileridir. Dil aracılığıyla iletilen bu mesajların muhatabı halk kitleleri olduğundan onlara, kendi dilleriyle hitap etmek gerekiyordu. Tasavvuf hareketleri o zamanının aydınları diyebileceğimiz okur-yazarlar arasında da yayılıyordu. Mutasavvıf derviş-şairler, Türkçenin yanında Arapça ve Farsçayı da muhakkak biliyorlardı. Bunların Türkçe yazmalarının temel sebebi muhatapları olan kitle ile ilgili olmalıdır.

Bu aşamada Bursa’da Süleyman Çelebi tarafından kaleme alınan ve halk arasında mevlit adıyla yaygınlaşan Vesilü’n-necâfın önemli bir yeri vardır. Batı Türkçesinde bilinen ilk na’at sayılan bu metin, sade ve anlaşılır bir Oğuzcayla yazılmıştır. Mevlit’in önemi, yazılmasından çok okunmasıyla ilgilidir: Çeşitli halk törenlerinde (düğün, ölüm vb) bu metnin bestelenmiş şekli ilahi şeklinde Kur’an’la birlikte okunmuş; Türkçe, Arapça ile âdeta eşit statüye kavuşmuştur. Böylece “kimesnenin bakmaz” olduğu yerli dille yavaş yavaş edebî eserler de yazılmaya başlanmış, Türkçe devlet ve aydınların gözünde saygınlık kazanmıştır.

d) Osmanlı devleti tarafından Türkçenin resmî dil olarak kabul edilmesi: Türk dilinin Anadolu’da yazı dili olmasındaki diğer bir tarihî etken de Osmanlı devletinin Türkçeyi resmî devlet dili olarak kabul etmesi olmuştur. Alman dilbilimci Max Weinreich, “yazı dili, arkasında ordu ve devlet olan ağızdır” diyor. Yani, yazı dili, bir ağızın (diyalekt) devlet erki yoluyla yazılı hâle getirilmiş biçimidir. Yazı dili, yazısı olan, yazılan bir ağızdır. Selçuklular İran’ı fethettikten sonra yazı ve diplomasi geleneği olan Farsçayı resmî yazışmalarda kullanmaya devam etmişlerdir. Yukarıda ifade edildiği gibi Anadolu Selçuklu devletinin yıkılmasıyla oluşan siyasi karışıklık ortamında Farsça saygınlığını kaybetmiştir. Zira Farsçayı devlet dili olarak kabul eden “devlet”in çökmesiyle dilin arkasında duran bir güç kalmamıştır. Bu sırada Moğolların cesaretlendirmesiyle kısmı özerklikler kazanan Anadolu beyliklerinin saraylarında Türkçe saygınlık kazanmaya başlamıştır. Bu aşamada Türk diline önem veren Osmanoğulları da bu dili resmî dil olarak kabul etmekte tereddüt göstermediler. Böylece Türkçenin Anadolu’da başlayan yazı dili olma mücadelesinde son merhaleye geçilmiştir.

e) Osmanlı bürokrasi dilinin Türkçe üzerinden gelişmesi: Bürokrasi, devletin resmî yazışma sistemidir. Bütün resmî yazışmalar, eğitim dili, mali, askerî ve ekonomik kayıtlar, tarihî metinler, vakıf kayıtları… devlet diliyle (resmî dil) yapılmaktadır. Bir ülkenin bürokrasinin dili, ülkenin bütün bu kuramlarında ölçünlü (standart) bir dil kullanmayı gerektirir. Osmanlı devletinin de bürokrasisi zaman içinde Türkçe yazışma zorunluluğunu doğurmuş ve Türkçeye bir bürokrasi dili oluşmuştur.

Bu beş önemli etken Türkçenin Anadolu’da yazı dili olmasının yolunu açmış ve nihayet İstanbul’un fethiyle bu süreç tamamlanarak Oğuzcaya dayalı Batı Türkçesi 16. yüzyıldan sonra bir imparatorluk dili olmuştur.

NEVAÎ AYDINLIĞI: ÇAĞATAY TÜRKÇESİ

Çağatay Türkçesi adı, Cengiz Han’ın torunlarından Çağatay’ın hâkimiyeti altındaki topraklarda gelişen bir Türkçe olduğu için verilmiştir. Çağatay Türkçesi, Türk-Fars ortak kültürünün yoğun olarak birlikte yaşandığı Herat, Semerkant, ve Buhara’da gelişmiştir. Bu yazı dilinin gelişmesinde Ali Şir Nevaî (1441-1501)’nin çok büyük rolü bulunmaktadır. Nevaî’nin yetiştiği çağda bölgede Fars dili ve kültürü baskın ve yaygın olarak kullanılmaktaydı. Hatta Mecâlisü’n-Nefâis’ de belirttiği üzere Türk şairlerinin büyük çoğunluğu Farsça yazmaktaydı. Bir süre sonra Temürlü hanedanına mensup emirler, tıpkı 13. yüzyılda Anadolu beylerinin Türkçe yazan şair ve yazarları himaye etmeleri gibi Çağatay Türkçesi ile yazan şair ve yazarları teşvik etmişlerdir. Çağatay Türkçesi, işte bu çevrede 15. yüzyılın ikinci yarısından sonra Ali Şir Nevaî gibi dünya çapında yetenekli, güçlü, üretken bir şair yetiştirecektir. Nevaî’nin Türk dili tarihinde birkaç bakımdan önemi vardır. Bunlardan en önemlisi, tek başına bir yazı dilinin kuruculuğunu üstlenmiş olmasıdır. Nevaî, edebî değeri yüksek şiirleri yanında yazdığı antolojileri, tarih, dil ve vakfiye eserleriyle kendi çağında klasik yazar unvanına kavuşmuştur. Hamse sahibi ilk Türk şairidir. Şöhreti yalnızca Çağatay sahasında kalmamış Anadolu, Kırım ve Kazan’a kadar ulaşarak bütün Türk dünyasına yayılmıştır. Nevaî’nin ikinci önemli yönü, Türkçe ile Farsçayı dil ve edebî imkânlar bakımından karşılaştırdığı ve dil tarihimizin anıt eserlerinden olan Muhâkemetü’l-Lugateyn’i kaleme almasıdır. Eserde Farsçanın işlenmişliğine karşın Türk dilinin değişik söz yapma imkânları ve kelime varlığı bakımından daha üstün olduğu savunulmuştur. Bu eserden 425 yıl önce yazılan Divânû Lügâti’t-Türk’le Arapçaya karşı bir kültür hamlesi yapan Kâşgarlı Mahmud gibi Nevaî de Farsçaya karşı Türk dilini savunmuştur.

Nevaî, Muhâkemetü’l-Lugateyn’i olgun bir şair ve devlet adamı sıfatıyla 58 yaşında kaleme almıştır. Kitabın yazılma sebebi hiç de yadırganmayacak sosyal bir çelişkidir. Ona göre, Türkler arasında yediden yetmişe herkes Farsça bildiği hâlde, Farsların binde biri bile Türkçe bilmemekte, konuşmamakta, konuşsa bile acemiliği hemen ortaya çıkmaktadır. Nevaî, burada, kendi tecrübesini anlatmakta ve bu konuda nasıl harekete geçtiğini şöyle dile getirmektedir: “Türk dili bırakılmak üzereydi. Bunun içindir ki ben de gençliğimde geleneğe uyarak Farsça söyledim. Kendimi anlamaya başlayınca güçlükleri yenmek isteğiyle Türk diline döndüm ve onu düşünmeye başladım. O zaman gözlerimin önünde on sekiz bin âlemden daha geniş bir âlem belirdi. O âlemin süslerle dolu göğü bana dokuz felekten daha yüksek göründü. İncileri yıldız cevherlerinden daha parlak olan erdemlik hazinesi bana açıldı. … Her şeyin değerini bilen zevkim bu hazineden sayısız inciler ve mücevherler topladı. Bu kadar varlıklar ve bolluklar bana nasip olunca, tabiatımda güller açmaya ve âleme yayılmaya başladı.”

Nevâi’den sonra Çağatay Türkçesi ile eser veren bir başka devlet ve edebiyat adamı Bâbür (1483-1530) olmuştur. Bâbür, Fergana hükümdarı Ömer Şeyh Mirza’nın oğlu olup 1483’te Batı Türkistan’daki Andican kasabasında dünyaya gelmiştir. Uzun, zor ve maceralı bir gençlik hayatından sonra Hindistan’a geçmiş ve burada Türk-Hint imparatorluğunu kurmuştur. Bâbür, diğer Çağatay hanları gibi şair ve edipti. Türk edebiyatındaki asıl şöhreti Vekâyi yahut Bâbürnâme adıyla anılan günlüğüdür. Bu eser, Babür’ün tahta çıktığı 10 Haziran 1494’ten 7 Eylül 1529’a kadarki zaman içinde başından geçen olayları anlattığı bir hatırattır. Eser, dilindeki yalınlık, üslubundaki kıvraklık, tasvirlerindeki canlılık ve şiirsellik yönlerinden Türk edebiyatının en önemli metinlerinden biri olarak karşımıza çıkar. Eserde olaylar canlı ve açık olarak anlatılır. Gittiği memleketlerin iklim yapısı, ekonomik durumu, hayvan varlığı, bitki örtüsü, tarihi, halkın yaşam biçimleri, inançlar, gelenek ve görenekleri konusunda ayrıntılı bilgiler verir. Bu yönüyle eser, Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’ ni andırır.

Türk dili, 11. yüzyılda doğuda Çağatayca, Mısır’da Memluk Türkçesi ve Osmanlı topraklarında da Osmanlı Türkçesi adıyla üç farklı coğrafyada bir dünya dili olmuştur. Özellikle Osmanlı fetihleri sayesinde Balkanlar, Kırım, Ortadoğu, Kuzey Afrika’ya kadar yayılmıştır.

14. yüzyıldan 20. yüzyılın başına kadar Türk dünyasında üç büyük yazı dilinin olduğunu yukarıda ifade etmiştik. Bu üç yazı dilinden Osmanlı Türkçesi büyük bir yazı dili olarak 13. yüzyıldan beri varlığını devam ettirmektedir. Çağatay Türkçesi ise Orta Asya’daki Özbek, Uygur, Kazak, Kırgız, Türkmen, Karakalpak… gibi bütün Türk boy ve kabilelerinin ortak yazı dili olarak 20. yüzyılın başına kadar kullanılmıştır. Kıpçak Türkçesi de Altınordu ve Memluklu devletleri zamanında en parlak devirlerini yaşamıştır.

YİRMİNCİ YÜZYIL: TÜRKÇENİN VE TÜRKLERİN HAZAN ÇAĞI

19. yüzyılın ikinci yarısından sonra dünyadaki siyasi, sosyal ve kültürel değişmeler Türk halklarının kültürel durumunu, dolayısıyla Türk dilini de doğrudan etkilemiş, böylece Türkçe tarihinin en büyük haraketliliğini son bir buçuk asırda yaşamıştır.

İstanbul’un fethinden tam 99 yıl sonra 1552’de Kıpçak Türklerinin en önemli siyasi ve kültürel merkezi olan Kazan Rusların eline geçti. Rus coğrafyası bu tarihten sonra güneydeki ve doğudaki Türk yurtlarına doğru genişlemeye başladı.

1774 Küçük Kaynarca Anlaşması ile Kırım Osmanlı himayesinden çıktı ve 1783’te Ruslar burayı işgal ederek Novorossıyk eyaletine bağladılar. Kırım’ın Türk etnik yapısı bir süre sonra Rusya’nın çeşitli bölgelerinden getirilen nüfusla bozuldu, 1802’de Çar I. Aleksandr’ın emriyle Kırım’daki Türkçe yer adları Rusçalaştırıldı.

Bunu 1885’te Türkistan’ın Ruslar tarafından işgali takip etti ve Osmanlı dışındaki Türklerin siyasî ve kültürel bağımsızlıkları ortadan kaldırıldı. Bir yandan Türk ülkelerinin işgali, öte yandan Osmanlı devletinin iyice zayıflaması Türk dünyasını her bakımdan buhrana soktu.

19. yüzyılın ikinci yarısında Ruslar, Türk dünyasının bütünlüğünü parçalamanın yollarını aramaya başladılar. O güne kadar Çağatay ve Kıpçak yazı dili sayesinde anlaşan Orta Asya ve Rusya Türklerinin aralarındaki dil birliğinin bozulması ve böylece küçük siyasî birlikler hâlinde daha kolay yönetilebilecekleri düşüncesi ile birtakım projeler üretilmeye başlandı. Bu projeyi üretenlerin başında Kazan Üniversitesi hocası Nikolay İlminskiy gelmektedir. İlminskiy, o zamana kadar Çağatay ve Kıpçak yazı dili ile anlaşan Türk topluluklarının her birine bir yazı dili ihdas edilmesini savundu. Kazak ve Tatar aydınları bu düşüncenin etkisiyle kendi diyalektleriyle yayınlar yapmaya başladılar.

Rusya’da Meşrutiyet’in ilan edildiği 1905’te bu düşünceler İdil-Ural, Kafkasya ve Türkistan’da tartışılmaya başlandı. Çarlık yönetimi bunları destekleyince yeni yazı dilleri oluşturulması için çalışmalar hızlandı. Mikola Ostroumanov, Çağataycanın yerine Farsçanın etkisi ile fonetiği iyice bozulmuş Taşkent ağzını Özbekistan’ın yazı dili hâline getirmek için Türkistan Vilayetinin Gazeti adlı gazeteyi çıkarır. 1888-1908 yıllarında çıkarılan Dala Vilayeti Gazeti Kazakçayı, 1905-1908 yıllarında çıkarılan Mecmua-yı Mavera-yı Bahr-i Hazar Türkmenceyi yazı dili yapma amacını gütmüştür.

İlminskiy ve Ostmoumanov’un yeni yazı dili yaratma çabalarına Azerbaycan Türklerinden Feth Ali Ahundzade, İdil-Ural Türklerinden Kayyum Nasirî, Galimcan İbrahimov, Validov, Yanişev, GabullaTukay, Kırgızlardan Çokhan Valihanov, Kazaklardan Abay Kunanbayev, İbrahim Altınsarın. gibi şair ve yazarlar destek verdiler.

1917 Bolşevik ihtilali ile İlminskiy ve Ostroumanov’un düşünceleri devlet politikası haline getirildi ve her Türk boyunun konuşma dili (ağız) yazı dili yapıldı. Saha Türkleri 1917-1918 yıllarında Latin harflerini kabul eden ilk Türk topluluğu oldu. Azerbaycan 1926’da Latin alfabesini kabul etti. 1928’de Türkiye’de Latin harfli alfabeye geçilmesi ile tedirgin olan Stalin 1930’ların başından itibaren Türk asıllı halkların Kiril esaslı alfabeler kullanmasını mecbur tuttu. Latin alfabesinin Kiril alfabesi ile değiştirilmesinin yanı sıra, her Türk halkının Kiril alfabesi diğerinden farklı birkaç işaret konularak yazılı iletişimi tamamen engellenmek istenmiştir.

Çin’de ise Uygurca 1949’daki Komünist Parti kararıyla yalnızca Uygur özerk bölgesinin yazı dili yapılmıştır.

20. yüzyılın ilk yarısında Türk dili yirmi ayrı yazı diline ayrılmış, böylece bu yüzyılın başında “Türk dili”, “Türkî til”, “Türkçe” olarak “Türk” genel adı ile anılan dilimizin bazı lehçe ve ağızları birer yazı dili hâline getirilerek ana koldan koparılmıştır.

SONUÇ

Türk dili, yazılı metinlerle takip edilebilen son 1400 yıllık dönemde Asya, Avrupa ve Afrika’da 20 milyon metrekarelik alanda konuşulan, yazılan önemli kültür ve uygarlık dillerinden biri olmuştur. Asya’nın en kadim uygarlıkları olan Çin, Hint, Fars, Arap ve Grek dilleri ile aynı coğrafyalarda birlikte ve eşit olarak varlığını sürdüren Türk dili, Türk atlılarının gittiği her yere kendi söz hazinesi yanında, komşu uygarlıkların dillerini de engin bir hoşgörüyle taşıyarak Ortaçağın kültürler arası ilişkilerini tanzim etmiştir.

Türkçe, günümüzde lehçeleriyle birlikte 200 milyondan fazla insan tarafından kullanılmakta ve dünyanın en büyük on dili arasında yer almaktadır.

Prof. Dr. Ali AKAR

Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü. Muğla/TÜRKIYE

Kaynak: Yeni Türkiye Dergisi – Yıl 9, Sayı: 55, Kasım-Aralık 2013

Bunları da beğenebilirsin
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.